
Yeraltının Aynasında Kendimize Bakmak İnsan, kendi içinde iki cepheli bir savaş alanıdır. Bir yanıyla özgürlüğü arzular, diğer yanıyla onun getirdiği sorumluluktan kaçmak ister. Yeraltından Notların isimsiz anlatıcısı tam da bu çatışmanın içinde sıkışmış bir figürdür. Kendi bilincinin keskinliğiyle varoluşun ağırlığını iliklerine kadar hisseder. Psikoloji perspektifinden bakıldığında, bu durum bireyin içsel çatışmalarının ve varoluşsal kaygılarının bir yansımasıdır. Özgür olduğunu düşündüğü anlarda bile toplumsal kabullerin gölgesinde kalır. İşte ironinin en çarpıcı hali: İnsan, özgürlüğü kendi eliyle boğan bir varlıktır. Dostoyevski’nin bu eseri, bireyin kendisiyle mücadelesini bir mahkeme tutanağı gibi önümüze serer. Ancak bu mahkemenin hâkimi de sanığı da biziz. Kendi düşüncelerimiz ve duygularımız bizi köşeye sıkıştırır. Psikolojik açıdan bakıldığında, bu durum bilinçdışı süreçlerin ve içsel çatışmaların bireyin ruhsal dünyasında yarattığı gerilime işaret eder. Yeraltından Notların anlatıcısı, kendini sürekli aklamak ile mahkûm etmek arasında gidip gelir. Bir düşüncenin içine girdiğinde oradan çıkamayacak kadar derine iner. İşte burada asıl mesele belirir: Bilinç, insanı özgürleştiren bir güç müdür, yoksa onun ağırlığı altında ezildiğimiz bir yük mü? Bireyin psikolojik trajedisi, hem bilmek hem de bilmeyi reddetmek istemesidir. Yeraltındaki adam, bilinciyle bir laneti taşır; gördüklerini inkâr edemez ama onları kabullenmek de istemez. Bu yüzden toplumun kurallarına başkaldırırken bile, aslında o kurallar tarafından şekillendirilmiş olmaktan kaçamaz. Psikoterapide sıkça karşılaştığımız bir durumdur bu: Birey, içinde bulunduğu sistemin etkilerini sorgularken aynı zamanda o sistemin içselleşmiş yönlerinden kaçamaz. İşte özgürlüğün paradoksu: Ne tam anlamıyla ona ulaşabiliriz ne de ondan vazgeçebiliriz. Peki biz? Günümüz insanı, yeraltındaki adamın mirasını taşımıyor mu? Sosyal maskeler ardında kendi iç savaşımızı vermiyor muyuz? Belki de her birimiz, görünmez bir yeraltında kendi yankılarımızla konuşuyoruz. Özgürlük arzusu ile boyun eğme refleksi arasındaki o ince çizgide, psikolojik perspektiften bakarak Dostoyevski’nin sorusunu kendimize sorabiliriz: Gerçekten özgür olmayı istiyor muyuz? Yoksa kendimizi tanıma sürecinde özgürlüğü bir yanılsama olarak mı görüyoruz?
Bir yanıt bırakın